Yağlı Gevrek
Bir sabah uyandığımda kendimi yağlı gevrek olarak buldum. Bir kutu içinde diğer yağlı gevreklerle beraber sıkışmış bir halde. Hak verirsiniz ki bu duruma alışmak, anlamak kolay değil. Tüm bunları atlatsan bile kabullenmek mümkün değil. Çünkü yağlı gevreksen hareket edemezsin ve sesin çıkmaz. Nitekim sadece düşünebiliyordum ve kafamdaki sesler düzenini çoktan kaybetmişti. Yani teknik olarak –eğer delirip kendimi yağlı gevrek gibi hissetmiyor da gerçekten yağlı gevreksem- her an delirebilirdim. Sakin olup, durumu anlamam gerekliydi. Rüyada olmam en mantıklı seçenekti. Kendimi buna inandırdım. Yani illa ki uyanacak, tuvalete gidecek, işeyecek ve yüzümü yıkayacaktım. Bundan emindim. Ama delirmeme yetecek kadar sahici bir rüya görüyordum.
Kafamda muhteşem bir uğultu vardı. Bu geçici durumdan en az hasarla çıkabilmem için önce bu uğultulara bir son vermem gerekiyordu. Baya uğraştım. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama birkaç saat sürmüştür. Bu esnada şeffaf plastik penceremden görünen manzarama insan kafaları girip çıkmaya başladı. Bu tarafa bakmadan geçen birkaç kafadan sonra gözlerini kutuya dikmiş genç bir erkek suratı gördüm. Bunca yıllık hayatımda bir insan suratını bu kadar detaylı izlememiş olduğumu fark ettim. Göz bebeklerinin hareketini, alnındaki kırışıklıkları, ağız hareketlerini ve hatta açılan dudaklarının arasından gördüğüm ıslak dilini.. Hepsini yavaş yavaş izledim. Gözeneklerinden çıkan teri bile fark ettim. Tüm bunlar kutuya baktığı 10 saniyede oldu. Bu durumda olmasaydım, muhteşem bir deneyim yaşadığımı, bundan çok büyük zevk aldığımı, müthiş bir heyecana kapıldığımı falan anlatırdım ama ben gittikçe korkuyordum. Bu kadar gerçekçi, bu kadar detaylı bir rüya olabilir miydi? Gerçek dünyadan rüya sanallığına geçmiş gibi değil de gerçeklikten bir üst gerçekliğe geçmiş gibiydim. Ve bu üst gerçeklikte konuşmaya, koşmaya, iletişim kurmaya gerek yokmuş, herkes bahtına ne çıkarsa onun içinde yaşıyormuş ve benim bahtıma da yağlı gevrek çıkmış gibi hissettim. Yemin ederim tam olarak böyle hissettim. Olanların bir rüya olduğuna inandırıp rahatlatmıştım kendimi ama artık beynim bu yeni fikre ikna olmuş gibiydi ve bir daha hareket edemeyeceğimden, konuşamayacağımdan ya da sevişemeyeceğimden değil de her an biri benimde bulunduğum bu kutuyu alacak diye korkuyordum. Kim bilir hangi ağızda parçalanıp yutulacaktım? Hangi tek düze yaşayan, hayata bir anlam katmayan ve katmaya çalışmayan, hayatında şöyle oturup ben kimim diye düşünmemiş, yıldızlara bakıp kendi küçüklüğüne ve evrenin büyüklüğüne şaşırmamış bir öküzün midesine inecektim? Kahroluyordum dostlarım.
Zaman geçtikçe daha çok insan kafası görmeye başladım. Kutuya bakanlar arasında bir değerlendirme yapıp, lütfen bu almasın diye dua ediyor ya da çiğneneceksem bu dişler çiğnesin, bu dudaklara değeyim diyordum. Laf aramızda arkadaşlar, yağlı gevrek de aşık olur, bir günde bir çok kez aşık oldum. İlk ve tek görüşte. Sonuçta aşk sizi kimin çiğneyeceğine karar vermenizdir. Gerçi benim kararlarımın hiçbir etkiye sahip olmadığı bir dünyadaydım.
Saatler ilerledikçe stresim artıyordu sayın okuyucu. Çünkü ölümü beklemek her zaman öldürücü bir etkiye sahiptir. İdam mahkumları bu yüzden intihar eder. Ki benim durumum da bundan farksızdı. Kafalar geliyor, kafalar geçiyordu. Ben de cellat beğeniyordum. Ama beğenilerim kimsenin umurunda değildi. Daha kötüsü olabilir miydi? Daha kötüsü bunları bir yağlı gevrek olarak yaşıyor olmanız olabilir. Neyse ki onu da yaşıyordum. Daha kötüsü olamazdı. Bu da enteresan bir şekilde rahatlatan bir düşünce. Ama bu rahatlama yeterli bir rahatlama değildi tabi ki. İçimde yükselen stres, öfke, sabırsızlık, korku ve başka diğer duygular beni parçalayacak gibiydi. Ve nitekim ilk çatlak meydana gelmişti yağlı ve susamlı vücudumda. Acı çekiyordum, fiziksel olmayan muhteşem bir acı. Çatlaklar bir biri ardına geldi tabi. Ve birden sevgili okuyucu, birden parçalandım. Diğer gevreklerin arasından kutunun farklı yerlerine dağıldım. Şuurum kaybolmamıştı, ölmemiştim. Beni yediklerinde de ölmeyebilirdim. Bu iyi bir şey miydi bilemiyordum. Sonuçta bağırsaklara ve oradan da klozete uzanan, ki ondan sonra nerelere gideceğimi düşünmek istemiyordum, bir yol vardı önümde. Bazen ölmek gerekir dostlar.
Düştüğüm yerden şeffaf plastik penceremi, haliyle de insan kafalarını göremiyordum. Tek uğraşımda elimden kayıp gitmişti. İnceden inceye yükselen bir uğultu duyuyordum. Kafamdan gelen bir uğultu olduğunu düşünsem de dışarıdan geliyor gibiydi ve gittikçe yükseliyordu. Sonra ne oldu dersiniz sayın okuyucu? Bütün gevrekler art ardına parçalandı. Bilmiyordum ama bir isyanın fitilini ateşlemiş olabilirdim ve daha da önemlisi bu gevreklerin hepsi benim gibi insanlar olabilirlerdi. Gerçi iletişim kuramıyorduk. Sanırım delirmiştim. Parçaların arasındayken kafamda gülme sesleri dolanıyordu, basbaya eğleniyordum. İşte o esnada kutuya öncekilerden çok daha dikkatli bakan bir çift göz gördüm. Kaldırdı kutuyu ve bizde içerde savrulduk. Sonu gelmez savrulmaların sonunda kutunun kapağı açıldı. Yüzü ekşiyen bu adam bizi bir yere koydu ve ileriye bağırdı. ”Bu kutunun içindekiler dağılmış Hülya, yolda olmuştur herhalde. Ne yapalım bunu, atalım mı? Yoksa iade mi edelim?” Yavaş çekim yaşadığım bu yağlı gevrek hayatımda gelecek cevabı beklemekte çok uzun sürdü. Soruyu soran adamın suratında cevap bekleyen bir ifade, ufak kas hareketleri…. ”Atalım” dedi Hülya ”Bir kutu için değmez, bu şekilde başka kutular varsa o zaman iade ederiz” Cevabı duyar duymaz diğer kutulara göz attı genç adamımız. Sonra Hülya’ya döndü ”Diğerleri sağlam görünüyor” dedi. Bizim kutuyu aldı eline ve sanırım çöpe doğru yürümeye başladı. Kapıdan çıktığında sayın okuyucu nefesim kesildi, boğulmaya başladım ve sonra da her yer karardı zaten. Tekrar gözümü açtığımda odamdaydım. ”Rüyaymış, Allahım rüyaymış” diyerek telefona baktım sayın okuyucu. 4 Ağustos olması gereken tarih 5 Ağustostu. Bir gün boyunca uyumuş muydum? Yoksa, yoksa sevgili dostlarım…