Notos Dergisinde Çıkan Hikayem: Sıradan
Pandemi dönemi evde yapacak şeyler ararken, Notos Dergisinin her sayısına koyduğu bir resmin ya da fotoğrafın hikayesini yazma etkinliğini fark etmiştim. Daha doğrusu eşim söylemişti. aklımın bir köşesinde yer eden bu etkinliğe katılmam zaman aldı, zira üşengeçlik böyle bir şey. Sonra bir gün gidip Notos Dergisinin 84. sayısını aldım. Son sayfasını açıp fotoğrafa baktım. Dişleri dökülmüş, şapkalı bir adam parmak göstererek bir esnafla konuşuyor, çevredekiler de onu izliyordu. Bir süre nasıl bir hikaye yazabilirim diye düşündüm. Öndeki adama baktım, arkadaki insanlara baktım ve en arkada hiç olayla ilgilenmeden yürüyen diğer adama.. Zihnimde bir şeyler canlanmaya başlamıştı. Sonra açtım bilgisayarımı takribi iki buçuk sayfa süren bir hikaye yazdım gönderdim Notos’a. 10 gün sonraydı sanırım, mail adresime hikayemin seçildiğine dair bir mail geldi. Harika bir histi. Bir insanın ürününüle ilgilenmesi, onu beğenmesi muhteşem bir duygu iken bu ürünün hayal gücünüz olması hissiyatınızı güçlendiriyor. Notos’un 85. sayısının 130. sayfasında yer aldı hikayem. Tanıdıklara gönderdim hemen. Üzerinden neredeyse 2 yıl geçti, belki daha fazla.. Artık ”Sıradan” hikayesini buradan da okuyabilirsiniz.
Notos Dergisinin sayılarına https://notoskitap.com/kitap-k/notos-dergi/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Sıradan
Caddenin ötesinden kalın ve sert bir insan sesi geliyor. Ufak bir kalabalık toplanmış, sesin geldiği yere bakıyor. Başta ciddi bir tartışma yaşandığını düşünsem de kalın sesli adamın kahkahasıyla bunun tatlı bir atışma olduğunu anlıyorum.
Çarşı Caddesi sıcaklıkların artmasıyla fazla kalabalık. Biraz hava almak için yürüyorum. Sakin geçen ev günlerinin ardından bir nebze hareket, ses istiyorum. Gezintimin ortalarına doğru karşılaşıyorum bu tatlı atışmayla. Ellili yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim, iyi giyimli bu adamın porselen satıcısıyla girdiği keyifli ağız dalaşını bir grup insan izliyor. Benim içinse fazla gürültülü, bayağı esprilerle dolu sıradan bir olay bu. Ancak izleyenlerin yüzlerinde beliren alık bakış ve saf gülümseme dikkatimi çekiyor. Bu insanlara hem gıpta ediyor hem de onları küçümsüyorum. Küçümsemem, boş bakışların insanların et, kemik ve kandan fazlası olmadığı, vasıfsız bir yığın oldukları hissiyatından ileri geliyor. Gıpta etmemse bu kadar keyif almalarıyla alakalı. Keyif almak çok da mahir olduğum bir konu değil. Hızımı kesmeden yanlarından geçiyor, caddenin sonundaki çay ocağına gidiyorum. Kaldırıma atılan iskemlelerden duvar kenarında olan birine oturup çay söylüyorum.
Caddedeki insanları izleyip bin bir türlü fikri zihnimde gezdirirken sol yandan porselenciyle atışan adamın geldiğini fark ediyorum. Kendisine baktığımı görünce gülümseyerek başıyla selam veriyor ve yaklaşıp yanımdaki iskemleye oturuyor. Şapkasını çıkardıktan sonra bana dönüyor: “Nasılsın evlat?” Sesi özgüvenli, enerjik. Ön dişlerinden bazılarının dökülmüş olduğunu fark ediyorum. Lüzumsuz bir sohbetin başında olmanın hissiyatıyla, “Eh işte, yaşıyoruz,” diye sakince cevaplıyorum. Hafifçe bir kahkaha atıyor. Onun yanında fazla sakin kaldığımı hissediyorum. Bir anlığına hangimizin daha genç olduğunu sorgulamama neden oluyor bu sakinlik. “Yaşıyoruz tabii ama hakkını vererek yaşamak lazım.” Bu cümle beni rahatsız ediyor. Hayatın hakkını verememekle itham edildiğimi düşünüyorum. Kaldı ki bu konuda kendime fazlaca yargıçlık yaparken bir başkası tarafından bunun ima edilmesi tahammül edebileceğim bir şey değil. Bir süre sessizce duruyoruz. Elindeki fincanları göstererek, “Fincan takımı aldım,” diyor, “hanımın altın günü yaklaşıyor, evdekilerin yetmeyeceğini söyledi sabah.”
“Altın günü kalabalık olur tabii,” diye geçiştiriyorum. O esnada çaycı geliyor, yanımdaki adamı candan karşılıyor.
“Hoş geldin Haşmet Abi, nasılsın?”
“İyiyim Sait, sen nasılsın?”
“Gördüğün gibi abi. Dişleri takmamışsın.”
“Sabah acele çıktım, unutmuşum. Sen bana bir çay ver, yanına limon da koy.”
“Derhal abi.”
Çaycı hızlı adımlarla uzaklaşıyor. Adamın bana dönüp kısık sesle, “Sır tutabilir misin?” demesiyle irkiliyorum. Ani gelen bu soruyu, “Tutarım sanırım,” diye cevaplıyorum. “Adın ne bu arada? Haşmet benimki.” “Ben de İbrahim.” Gün boyu üzerime çöreklenen kasvetin hafif hafif aralanmaya başladığını hissediyorum. “Memnun oldum.” Önündeki çaydan bir yudum alıyor ve yüzüme bakıp, “Dişlerimi bilerek takmadım, böyle daha sempatik oluyorum,” diyor afacan bir tavırla. “Sen zaten sempatiksin abi, daha da sempatik olmaya ne gerek var.” Bir kahkaha patlatıyor ve sırrını açıklamaya koyuluyor.
“Ben birkaç yıl önce emekli oldum. Son zamanlarda tekstil işinde çalışsam da asıl mesleğim tiyatrodur. Tiyatro dediysem de oyuncu değilim. İşte dekor, kostüm gibi arkadaki işleri yaparım. Çenem iyidir, sevdiririm kendimi, öyle öyle birkaç oyunda ufak roller vermişlerdi. Uşak, hırsız falan. Neyse uzatmayayım, şu ilerdeki porselenci var ya, o benim eski arkadaşımdır. Bir gün bizdeyiz, oturuyoruz, ben tiyatro zamanlarımı anlatıyorum hararetle, bu durdu durdu, Haşmet Abi, dedi, benim tezgâhın önünde de şöyle bir şeyler oynasak, atışsak, insanlar toplanır, reklam olur, dedi. Kafam da hafif güzel, heyecanlandım. Olur, dedim. Ertesi gün ayık kafayla bir daha düşündüm mevzuyu, baktım hâlâ heyecanlanıyorum, aradım bunu, Gel, dedim, çalışalım bir şeyler, uydurur, yaparız bu işi, dedim. Neyse birkaç ay önce denedik, baktık oluyor, satışlar falan arttı. Hemen geldi bu, Muharrem’dir adı, Haşmet Abi, dedi, bir satarken üç sattım valla, yine yapalım, dedi. Dur, dedim, sık sık yaparsak sıkılırlar, arada sırada yapalım, hem madem satış arttı, beni de görürsün, dedim. Ayıpsın abi, dedi. Çok sıkmıyorum seni değil mi evlat? Benim çene durmaz,” diyor kahkahayla karışık mevzunun en güzel yerinde. Ben de keyiflenmişim, gülüyorum. “Olur mu Haşmet Abi, valla hiç sıkılmıyorum.” Çayından bir yudum alıp devam ediyor. “İnsanlar toplanıp izliyor ya, nasıl hoşuma gidiyor. Evde kendi kendime diyaloglar yazıyorum, kıyafetler düşünüyorum, farklı ne yapabiliriz diye kafa patlatıyorum. Bu şapkayı da eskilerden buldum çıkardım mesela.” Masadaki şapkayı gösteriyor. “Güzel şapkaymış,” diyorum ama o beni duymadan devam ediyor. “Birkaç defa daha yaptık, bir iki yemeğini yedim Muharrem’in. Neyse, şu takma dişleri çıkarayım dedim bu sefer. Daha doğal, daha sempatik olurum. Hafif tıslayarak konuşuyorum fark ettiysen. İnsanların hoşuna gider böyle şeyler. Velhasıl ondan takmadım bugün dişlerimi. Ama iyi oldu, öncekilerden kalabalıktı bugün. Bak bu fincan takımı da benim ücrete dahil.” Gülüyor bunu derken. Ben de kahkahayla karşılık veriyorum. Yıllardır dışarıda kahkaha atmadığımı fark ediyorum.
“Sırrımız bu işte, kimseye söyleme bak.”
“Ayıpsın Haşmet Abi, söylemem.”
Biraz etrafı seyrediyor, sonra çayını fondipliyor. “Seni de uzaktan gördüm, ciddi ciddi yürüyordun, şimdi de burada görünce oturayım yanına dedim.”
“İyi yapmışsın abi.” Tuhaf hissediyorum ve bu hissimi Haşmet Abi’yle paylaşmak istiyorum. “Haşmet Abi, insanları hep ben gözlemliyorum zannederdim, birinin bana dikkat etmesi, gözlemlemesi tuhaf geldi.”
“Eee, bir insan sen misin? Herkes aynı. Sana bir şey diyeyim mi evlat, insanları abartmakla küçümsemek arasındaki dengeyi iyi kur.”
“Haklısın,” diyorum düşünceli bir şekilde.
“Haklıyım tabii.” Hızlıca kalkıyor. “Hanım bekler, ben gideyim.”
“Kendine iyi bak, görüşürüz abi.” Ayağa kalkıyorum Haşmet Abi’yi uğurlamak için. Hızlı adımlarla uzaklaşıyor. O gidince bir süre etraftaki insanları seyrediyor, sonra bir çay daha söylüyorum.